|
 |
|
alperen Ocakları Zara İlçe Başkanlığı |
|
|
|
COPYRİGHT: ZARA ALPEREN OCAKLARI |
|
|
|
|
|
 |
|
NİZÂM-I ÂLEM |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ÜÇ TUĞ ve HİLÂL
Üç Tuğ ve Hilâl: Hilâlin içindeki üç tuğ Hakimiyet, Devlet ve Milleti temsil eder.
En Solda Yükselen Tuğ : Büyük Türk Devletini temsil eder. Devlet birliğin, beraberliğin, gücün ve otoritenin adıdır. Devletsiz bir toplulukların hayat hakkı bulunmayacağı gibi, ömürleri de hep kısa olmuştur. Türk milleti, tarih boyunca pek çok güçlü devlet kurmuş ve tarihe yönverebilmiştir. Ama asıl önemli olan devletin niteliği ve niceliğidir.
Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin devlet anlayışı "millet için devlet" anlayışıyla izah edilebilir. Devlet millet için vardır. Milletin mutluluğu, huzuru, namusu, onuru için vardır. Eğer devlet bu aşamada başarısız olmuş, çatısı olduğu topluluğun huzurunu sağlayamamış, onurunu zedelemiş veya zedelenmesine engel olamamış ise, devlet olma niteliğini de kaybetmiş demektir.
Bir diğer husus ise devlet, sistem ve millet ilişkisidir. Devlet sistemle milletin arasında, sistemin kalkanı olma durumunda değil, milletin önünde engel olan sistemin başında balyoz olmalıdır. Millete rağmen sistemin bekâsını sağlanmaya çalışan devlet, o milletin devleti değil, ancak ve ancak o milletin sırtındaki kambur olabilir. Bu anlamdaki devlet, işgalci mantığıyla idare ediliyor demektir.
Devlet, milleti için varolma aşamasına ulaşana kadar üç tuğun biri bu mücadelemize işaret edecektir.
En Sağda Yükselen Tuğ: Asırlardır İslamiyetin sancaktarlığını yapan BÜYÜK TÜRK MİLLETİNİ temsil eder. Millet hayatın gerçeğidir. Kavim kavim yaratılış hakikatini unutmadan hareket ederek, milletin bekâsına hizmet etmek, Nizam-ı Âlem Ocakları'nın diğer hedefi olacaktır. İlahî ölçüleri kabullenişle, millet sevgisini yaşatmak boynumuzun borcu olacaktır.
Bu millet İslâm'ın sancağını altıyüzyıl sallandıran bir millet olmanın şerefini her zaman taşıyacak ve bütün İslâm âleminin dirilişini gerçekleştirmek için mücadelesini sürdürecektir. "İslâm'ın birlik sancağı Anadolu'da düştü ve Anadolu'da kalkacaktır."
Ortada Yükselen En Uzun Tuğ: Allah'ın hakimiyetini temsil eder. Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Allah (C.C.) güç olarak bütün güç ve otoritelerin üzerindedir. Allah'ın hükmü hakim olana kadar zalimlerle mücadele etmek şuurunu yitirmeden hareket etmek, Nizam-ı Âlem mensuplarının en büyük amacı ve hedefidir. "Kafirler istemese de, Allah (C.C.) nurunu tamamlayacaktır." Ayet-i Kerimesi de bu mücadelenin mutlak zaferine işaret olarak, umudumuzun kaynağıdır.
Üç Tuğ'u kucaklayan Hilâl: Hilâl asırladır küfrün karşısında imanın, haçın karşısında İslâm'ın işareti olmuştur. Herşeyin temeli olan Kur'an'a tabi olanların sancağıdır. Hilâlin müslümanlarca sembol kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay, (Bedir) ayın 14. gecesindeki haliyle daha parlak olduğu halde, niçin en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekli sembol seçilmiştir?
Hilâl eğer haçta olduğu gibi doğrudan doğruya şekilden alınan bir sembol olsaydı, ayın 14. gecesindeki en parlak haliyle dolunay şeklini sembol olarak kullanmak daha uygun olurdu. Oysa Hilâl, şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bunun anlamı da Allah'ın isminden alınmıştır.
Bilindiği gibi hilâl kelimesinin arapça aslında bir "he", bir "lam", bir "elif" ve yine bir "lam" harfi bulunmaktadır. Yani bir"he", bir "elif", iki tene "lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri ise; "He" 5, "Lam" 30, "Elif" 1, ikinci "Lam" 30'dur. Toplam 66'dır.
Allah kelimesi de yine bir "Elif", iki "lam" ve bir "he" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de yine değeri 66'dır. Her iki kelimeyi meydana getiren harfler değişmediği için bunların rakam olarak değeri değişmez. Harfler her iki kelimede de aynıdır, sadece yerleri farklıdır. Yani biz Hilâl yazarken Allah isminin harflerini kullanıyoruz. Madem ki, her iki kelimeyi meydana getiren harflerin kendilerinde ve rakam olarak değerlerinde bir değişiklik yoktur, öyleyse bu kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde bayrak üzerine Allah yazacak yerde aynı ismin eşdeğerlisi olan Hilâl'i koymak hem daha anlamlı, hem de inancımıza daha uygundur. Çünkü, inancımıza göre, "Allah'ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğühatayı tekrarlamış oluruz. Oysa İslâmiyet putperestliğin her çeşidini yıkmak üzere gelmiş bir dindir.
Allah'ın birliği (Tevhîd) inancı "Lailahe illallah" formülü ile ifade edilen mînîsı, böylece hilâl şeklinin içinde sembol olarak kullanılmıştır.
İşte Nizam-ı Âlem Ülkücüleri, "devlet, millet, hakimiyet" anlayışını İslâm'ın hilâliyle çerçeveleyerek kendisini ifadelendirmiştir.
NİZÂM-I ÂLEM
Yaratan Rabbinin adıyla...
Kurucusu ve biricik önderi Resulullah (S.A.V.) olan davanın adıdır İ'lâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem.
Şehadet günlüğüdür.
Tarık Bin Ziyad'a İspanya'ya geçtikten sonra ilk iş olarak gemileri yaktıran, Melikşah'ın Akdeniz'in köpüklü sularına atıyla yürüyüp "Ya Rabbi, bu denizi önüme çıkarmasaydın, senin adını denizin ötesine yayacaktım"diye haykırtan, 21'lik delikanlı Fatih'e gemilerini karadan yürüttüren, Yavuz'a dünya haritasını açtırıp ta "Bu dünya iki hükümdara dardır" dedirten sevdadır Nizâm-ı Âlem...
Çanakkale'dir, Balıkesirli Seyid Çavuş'un 250 kiloluk mermiyi namluya sürdüğündeki yürek çırpıntısıdır.
Hindukuş dağlarının barut ve cihad kokusudur.
Nizâm-ı Âlem verecek bir can borcu olduktan sonra "Ha urganda, ha yorganda" diyenlerin ezgisidir... Darağacında doğan Anka kuşudur..
Cevher Dudayev'dir Nizâm-ı Âlem... Aliya İzzet Begoviç'tir...21.yüzyılda yankılanacak en gür sedadır..
Türküsü Mehter olan ülküdür..
Selam olsun zulme karşı koyanlara
Ve haksızlık karşısında susmayanlara...
ALPEREN
Bilediğinde nabız atışını yüreğinde kalp atışıyla akort edip ebedi besteyi terennüm eden kahraman…
Koca sultan Alparslan’dan Alpliğini ,hoca Ahmet Yesevi ve Horasan Erenlerinden ermişliğini alan zirve insan…
Gündüzü tesbih çekme suhuletiyle rızayı bari için kılıç sallamakla, geceyi de kılıç keskinliğinde tesbih ve cihat heyecanında zikirle geçiren babayiğit …
İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna Anadolu’yu ilahi bir dantela gibi işleyip motif motif Tevhid’e kolonize eden teslimiyet gönüllüsü…
Diyar-ı Rum’u Kutsi bir kanaviçe gibi örüpte desen desen Türkiyeleştiren ve İslam’a kanalize eden bir Gazi-Derviş.
Zikir-fikir-şükür sacayağında sabitayak bir cengaver… Allah’ın yolunun delisi… belki velisi...
Yıldızlar ötesi yankılanan Mukaddes davanın kilometre taşı.. Köprübaşı..
Ve kalemşör…
ALPERENLİK; dağ gibi bir imanı yumruk kadar bir kalbe sıkıştırma işi.. İmanın demir gibi her dem köz köz işlenişi.. Hizmette önde, ücrette arkada olma becerisi.. Dünya ve ahiret dengesini kurma ve koruma başarısı...
Alpliğe eren; bileğinin hakkını vermiştir.
Erenliğe eren; yüreğinin hakkını vermiştir.
Alperenliğe eren; Maksuda ermiştir.
Vesselam…
İ'LÂY-I KELİMETULLAH
Her türlü küfür, şirk ve ilhada karşı Allah ın varlığını, birliğini, İslâm ın yüceliğini ve Kur'an-ı Kerim in üstünlüğünü savunmak anlamına gelir.
İ'lây-ı Kelimetullah, Allah kelâmını (Kur an-ı Kerim ve O nun hükümlerini) yüceltmek, savunmak ve Allah ın emrettiği şekilde yaşamak demektir.
"Allah tan başka ilah yoktur, Muhammed O nun kulu ve Resulüdür." temel ilkesine inanmak ve Allah (C.C.) ın mukaddes hükümlerini ve ölçülerini insanların yaşadığı yeryüzünün her noktasına ulaştırma gayreti içinde olmak demektir."
İ'lây-ı Kelimetullah, Kelime-i Tevhid nurunu bütün gönüllere ve kafalara nakşederek, bütün sahte tanrıları, bütün kanlı dikdatörleri ve bütün putları yıkmak demektir. İnsanları sömüren, ezen ve alçaltan her çeşit batıl inanca karşı mücadele etmek demektir.
İ'lây-ı Kelimetullah davası herşeyden önce Allah tan başka ilah yoktur gerçeğini görmeye, bildirmeye ve daha sonra da bunu yayma ve yüceltmeye bağlıdır. Her müslümanın ilk görevi, kendini, ailesini, milletini ve topyekün insanlığı sahte mabudların tasallutundan kurtarmaktır.
İ'LÂY-I KELİMETULLAH İÇİN NİZÂM-I ÂLEM
İ'lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem, ırkları, kavimleri, milletleri ezmeden, inkâr etmeden, zayıflatmadan, bir diğerinin tahakkümüne sokmadan, birer Ademoğlu olarak kendi millî şahsiyetleri ve şuurları içinde tutarak, küfürden, batıldan, haramdan arındırarak huzura kavuşturmak demektir. Bütün mü minleri (ırk-ırk, kavim-kavim, millet-millet) İslâm kardeşliği şuuru içinde barışa ve İslâm a hizmette yarışa davet etmektir.
İnsanların yaşadığı âlemde temel belirleyici Kur an olursa; Allah ın nizamı âleme hakim olur ki; işte Nizâm-ı Âlem budur. Bu dava için mücadele etmek; Kur an ı yücelterek Allah ın rızasını kazanmakla olur.
NİZÂM-I ÂLEM NASIL GERÇEKLEŞİR?
Nizâm-ı Âlem, bir merdivene benzer. Bu merdivenin basamakları
*Nizâm-ı Nefs
*Nizâm-ı Aile
*Nizâm-ı Çevre
*Nizâm-ı Millet
*Nizâm-ı Devlet…
*Nizâm-ı Turan
*Nizâm-ı Ümmet
*Nizâm-ı Âlem dir.
Değerlendirmelere geçmeden evvel bir noktanın altını çizmekte fayda görmekteyiz. Nizâm-ı Âlem her ne kadar nihaî bir hedef olsa ve ona varıncaya kadar geçilmesi gereken merhaleleri bulunsa da, bu yolda yapılması gereken çalışmalar ve verilmesi gereken mücadele bir bütünlük arzetmektedir. Bu safhaların her birinden tam netice aldıktan sonra diğerine geçmek gibi bir anlayış, hiç de doğru olamaz. Eğer böyle bir anlayışın doğruluğu savunulacak olursa, hayatın gerçekleri ve dava anlayışının ciddiyeti gözardı edilmiş olur. Burada yapılan basamaklandırma metodun sağlıklı olması, kadronun şuurlanması ve branşlaşması, akılcı ve ilmî bir bakış açısı kazanılması ve sabırdan uzaklaşılmaması gibi sebeplere dayanmaktadır. Bu noktada iki husus asla akıldan çıkarılmamalıdır: Birincisi, Cenab-ı Rabbûl âlemin in takdir ve tecellisi dışında asla bir şeyin gerçekleşemeyeceğidir. Yani, insan ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, O (C.C.) müsaade edip "Ol" emrini vermedikçe hiç bir şey olamaz. Bununla beraber, kul, Rabb ine bırakarak yolunda yürümeye devam eder. İkincisi ise, hayatın her safhası ve insanın her işinin bir imtihan vasıtası olduğudur. Bizler kul olarak neticeyi belirleyemeyiz ama üzerimize düşen herşeyi yapmakla mükellefiz.
Nizâm-ı Nefs nedir?
En kısa şekliyle, nefse nizam vermektir. Nefse nasıl nizam verileceği ise gayet açıktır. Kâmil bir mü min olmanın yolu ne ise, bu metodun fert planındaki unsurları da nefse nasıl nizam verileceğini açıklayan hususlardır. Bizim üzerinde durmak istediğimiz bu değildir. Çünkü bu konuya girmekle, asıl konumuzdan oldukça uzaklaşırız. Burada, nizam-ı nefsin tezahürlerinden, diğer ifadeyle yansımalarından bahsedeceğiz. Hemen belirtelim ki, Nizâm-ı Âlem ne kadar nihaî bir hedefse, bu hedefe yürüyen neferlerin de hakiki mânâda mutmain bir nefse sahip olmalarını sağlamak da o kadar nihaî bir hedeftir.
Nizâm-ı nefs safhası ile ilgili tavır, hakiki bir medresede talebe ve dergâhda mürid olmanın kararlılığı, sabrı, tevazusu, çalışkanlığı ve vakarı ile aynı seviyededir. Bu safhanın sınırları içinde ele alınan birey neye inandığını, inancının muhtevasını, inancı ölçüsünde yaşayıp yaşamama halinde karşılaşacağı akîbeti iyi bilir ve bunun şartlarına göre yaşamakta en kararlı tavrı sergiler. Karşılaştığı her olayın takdirinin Cenab-ı Hakk (C.C.) a ait olduğunu, olayın içinde bulunan ve kaynağı gibi görünen şahıs ve unsurları yalnızca basit birer sebep ve vasıta olarak görür. Herşeyin başlangıcının da, gidişatının da, neticesinin de Cenab-ı Hakk (C.C.) ın iradesi dışında tecelli edemeyeceği inancıyla meselelere bakar; sabır ve tevekkülden ayrılmaz. Bir insan olarak hata yapmaya ve günah işlemeye son derece müsait bir yaratılışta olduğunun şuuruyla, başkalarına karşı tevazuyu elden bırakmaz. Hata ve günahlarından dolayı her zaman tevbekâr ve mahcuptur. Allah (C.C.) indinde gayreti ve çalışkanlığı ölçüsünde makbul bir kul olacağını unutmadan, fakat aşırılığa da kaçmadan işlerini ve ibadetlerini devam ettirir. Bütün bunların yanında bir mü min olmanın şükrü, iman ettiği ölçüler için yaşamaya azmetmiş olmanın huzuru Rabb ine kulluk konusundaki mesuliyetlerinin idraki çerçevesinde vakarını muhafaza eder.
Bu safhada en önemli ve en ihmal edilmez mesele namazdır. Bir mü minin namazsız olacağını düşünmek, akıl kârı değildir. Namaz ile ilgili olarak bilinmesi en zarurî şeylerden biri, namazın mü min ile kâfiri birbirinden ayıran tek unsur olduğu hakikatidir. Bu hakikatin delili ise Hadis-i Şerif dir. Zaten, namaz kılmayan bir insanın Allah rızası için mücadele ettiğini zannetmesi, son derece zavallı bir tavırdır.
Bu safha ile ilgili olarak idrak edilmesi gereken bir başka husus da, kişinin şahsına ait bir metodu ve bir hedefinin bulunmasıdır. Yani her insan kendini çok iyi tanımalıdır. Hangi konularda kaabiliyetli olduğunu, hangi sahalarda başarılı olabileceğini, hangi imkânlara sahip bulunduğunu çok iyi tesbit etmelidir. Bu husus şu sebeple de çok önemlidir: Allah-u Teâlâ her kulunu, ona nasib ettikleriyle imtihan etmektedir. İnsanın bunları bilmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır. Bu cümleden olarak, insan kendi yapabileceği işler ile ilgili olarak hedefler belirler, metodlar geliştirir ve hizmetini şekillendirir. Aynı zamanda, bu konularda kendini geliştirmek ve kapasitesini artırmak için de eğitimine devam eder. Mesleğinde ve branşında en üst seviyeye çıkmanın azim ve kararlığı ile çalışır.
Bizim toplumumuzdaki en büyük eksiklerden biri, bakış açımızı tayin edecek ölçülerin hâlâ farkedilmemiş olmasıdır. Hâlâ köşe yazarlarının, haber yorumcularının telkin ve mesajlarıyla kendimizi yönlendirmekteyiz. Tabii bunda haber kaynaklarının da önemi bulunmaktadır. Doğru haber alan, doğru yorum yapar. Ama, haberin doğruluğunu tesbit etmek de bu ölçüyle bağlantılıdır. Medya olmakla şereflenmiş kaynakların İslâm la şereflenmiş insanlar ve olaylarla ilgili haberlerinin doğruluğuna inanmanın ne kadar mümkün olacağı ortadadır. Bu sebeple, ölçüleri iyi bilmek, bu ölçülere göre şablon hazırlamak ve yorumları, o şablonun altından çıkarmak zarurîdir. Aksi takdirde, hissiyatımızı okşayan süslü cümlelerin rüzgârına kapılarak felakete sürüklenmek kaçınılmaz olacaktır. Bu hakikati bilip bunun şartlarını yerine getirmek de hepimizin boynuna bir borçtur.
Nizâm-ı Aile safhasında:
Müslümanın İslâm ölçülerinden çıkmasının mümkün olamayacağı ortadadır. Evli olsun, bekâr olsun İslâm ın aile ile ilgili hükümlerini öğrenmek ve tatbik etmek mecburiyetindedir. Ancak bazı hakikatler de inkâr edilemez. Günümüzde pek çoğumuzun ailesi, uğrunda mücadele ettiğimiz değerlere ısınabilmiş değildir. Yani hâlâ İslâm ın cihanşümûl mahiyeti tam olarak kavranabilmiş değildir. Müslümanlık camilere ve Ramazan ayına hapsedilmiş olarak idrak edilmektedir. Bu sebeple, aileler bu konuda ikna edilmelidir. Gerek anne, baba ve kardeşlere, gerekse evlâtlara bu meselenin hakiki mahiyeti ve ciddiyeti anlatılmalıdır. Herşeyden evvel, bu işin imanî yönü ve ahiret hesabı ile ilgisi üzerinde durulmalıdır. Ama bunlar yapılırken, katiyetle ana babaya itaatsizlik, terbiyesizlik, bilgiçlik taslama, onları itham etme ve ailenin diğer mensuplarıyla kırgınlığa yol açma gibi bir edepsizliğe düşülmemelidir.
İnsan hangi hal ve şart üzere bulunursa bulunsun, ailesiyle beraber olmalıdır. Huzuru, mutluluğu, nimeti ve başarıyı da ilk olarak ailesiyle paylaşmalıdır; hüzünü, yokluğu, kederi ve başarısızlığın acısını da. Zaten farkında olmasak da, bizim terbiyemizin gereği olarak olumsuz durumlarda aileler çoğunlukla kenetlenirler.
Nizâm-ı Âlem davasında kararlı olan bir insan, kendisini tasvip etmeseler de, ailesinin sevgi, güven ve takdirini kazanmak zorundadır. Bunu da kararlı, samimi ve şuurlu bir tavırla sağlar.
Nizâm-ı Çevre safhasında:
İnsanın yakın çevresi; komşuları, akrabaları vs. daima birbiriyle irtibat halindedir. İnsanlar birbirlerinin yaptığından, söylediğinden, mücadelesinden haberdar olurlar. Geçmişin tecrübeleriyle sabittir ki; bir sokakta, bir mahallede, bir semtte, hatta bir şehirde başlatılan bir hareketin sembolü bir veya birkaç olmuştur. Ama bu insanlar uzun süre takip edilmiş, değerlendirilmiş, dinlenmiş, hatta ilk zamanlar tenkid edilmiş, ama sonraları onlara sempatiyle bakılmaya başlanmıştır. Ama o insanlar, etkiledikleri diğer insanlarla bütünleşmişlerdir. Riyakârca ve istismar maksadıyla da olsa, onlarla yardımlaşmışlar, onların iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmuşlar, onlarla aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzüldükleri mesajını vermişlerdir. Sonra niyetlerine göre, ya onları kullanmışlar, ya bir hizmete ortak etmişler veya bir felâkete sürüklemişlerdir.
Dava adamı kıyafetiyle, saygı ve şevkatiyle, çalışkanlığıyla, başarısıyla, dürüstlüğüyle, imanıyla sembol olmak durumundadır. İnsanların vazgeçemeyecekleri en temel değer, namuslarıdır. Namus konusunda "emin" olamayan bir insanın kendini kendine bile kabul ettirmesi mümkün değildir. Kaldı ki, kimse enayi değildir ve riyakârlığın sonu da hüsrandır.
Nizâm-ı Millet safhasında:
Türk milletinin sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer hususlardaki seviyesi ortada dır. Bu konuda fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyoruz. Terazinin bir kefesine İslâm ı, diğer kefesine milleti koyarsak ne demeye çalıştığımız kolayca anlaşılır.
Bu seviyede, dava adamı olmanın en temel şartlarından biri, sürü psikolojisinden kurtulmaktır. Sürü psikolojisi, kendine ait bütün şart ve vasıflardan sıyrılarak dahil olduğu kalabalığın içinde, o kalabalıkla beraber sağa sola sürüklenmek şeklinde özetlenebilir. Bununla ilgili iki misal verelim: Bu ülkede bir zamanlar bir bankerlik furyası başladı. İnsanlar evlerini, arabalarını satıp paralarını ban-kerlere yatırdılar. Hatta henüz kanunen rüşdünü isbatlamamış gençler bile, banker sıfatıyla büyük paralar topladılar. Bu rüzgâra kapılanlar, öyle mektep medrese görmemiş insanlar da değillerdi. Aralarında üniversite bitirmiş, akademik kariyer yapmış, devlet kademelerinde yüksek makamlara gelmiş kişiler, hiç de az değildi. Sonucu herkes biliyor. İkinci misalimiz; dünden bugüne hiç değişmeyen bir gidişatla ilgili. Bilhassa seçim dönemlerinde politikacıların vaadelerini hepimiz biliriz. Ne akılla, ne dürüstlükle ne de ülke gerçekleriyle zerre kadar alakası olmayan bu vaadlerin, ne kadar taraftar ve savunucuyu büyülediğini de çok iyi bilmekteyiz. İşte bunların izahını yapabilmek için biraz psikoloji bilgisi lazımdır.
Bu cümleden olarak, müslüman hakikatin temsilcisi olmakla mükelleftir. Basit dünyevî hesap ve menfaatler peşinde koşacak kadar basit ve onlara inanacak kadar basiretsiz olmamalıdır. Hakikati görecek ferasetin ve savunacak cesaretin temsilcisi olmalıdır.
İnsanlar hatalı ve günahkâr olabilirler. Ama mü min olmakla Allah indindeki yerleri belirlenmiştir. Bu şuurla bir hizmet anlayışı kazanılmalıdır. Hadis-i Şerif de "İşittiği şeyin verdiği ezaya Aziz ve Celil olan Allah (C.C.) dan daha sabırlı kimse yoktur. Çünkü O (C.C.) na şirk koşulur, evlâtlar nisbet edilir. O (C.C.), gene de onlara rızk ve afiyet vermeye devam eder" buyurulmaktadır. Bu durumda biz âciz kulların, başkalarını, hem de mü min insanları dışlamak ve onlara zulüm yapmak gibi bir hatadan, ne kadar uzak olmamız gerektiği ortadadır.
Yapılan herşey İslâm ölçülerinde ve Allah-u Teâlâ nın rızası için olursa, ne yapmaktan imtina edilir, ne de sonuçta hüsrana uğranır.
Bu vatan bizimdir. Bu toprakları bize miras olarak bırakan insanlar, bunu başarabilmek için kan döktüler, can verdiler. Onların yegâne ölçüsü İslâm, yegâne gayesi de Allah (C.C.) ın rızası idi. Çünkü onlar kâmil mü mindiler ve bu toprakları da bu ölçüye göre vatan yapmanın mücadelesini verdiler. Bugün üç-beş çapulcu, bu topraklar üzerinde İslâm a tahammül edemiyor olabilir. Hatta bu soysuz sürü, devlet kademelerinde ve devlet imkânlarının başında çöreklenmiş de olabilir. Ama bu toprakların da, bu devletin de hakiki sahibi millettir. Milletin içinde kıvrandığı sıkıntılar ve çileler bazı hassasiyetleri kaybettirmiş de olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, kulların bir hesabı olduğu gibi, Allah (C.C.) ın da bir hesabı vardır. Cenab-ı Mevlâ bu toprakları süsleyen Ashab-ı Kiram ın, Şüheda nın ve Evliya nın üzerine necaset yığılmasına müsade etmez. Dava erlerinin meseleye bakış açısını bu temel hakikat şekillendirmelidir. İslâm düşmanlarının çağdaşlık, laiklik, ilericilik vs. adı altında yapacakları soytarılıkları yalnızca bu kalıp içinde ele almalıdır.
Müslümanın basiretli olması gereğinden bahsettik. Bununla ilgili olarak, şu noktaya dikkat çekmekte fayda görmekteyiz: Türkiye de gündemi belirleyen ve gündemin insanları yönlendirmesini sağlayan çevreler malumdur. Bu gündem hiç bir şekilde bizi bağlayıcı değildir. Bu şekilde belirlenen gündemle tek ilgimiz, olayları ve planları takip etmek ölçüsündedir. Bu gündeme bağlanarak, insiyatifimiz dışında bazı tartışmalara alet olmayı ve zihnimizi bunların işgal etmesini ise asla kabul etmeyiz. Bu sebeple, kendi metodumuz ve ölçülermiz içinde kendi gündemimizi belirlemek ve bunu da ülke gündemi haline getirmek mecburiyetindeyiz. Bunu yapabilmenin yolu ise, meseleleri en yüksek merdivenden ele almak, vatanın ve milletin gerçek sahibi olmanın idrakiyle değerlendirme yapmak ve hak ölçüleri Hakk (C.C.) adına ortay koyabilmektir. Tabii ki bunun yolu da, iyi bir basın-yayın organizasyonundan geçmektedir. Bu konuda imkânı ve kaabiliyeti olan herkes bu çalışmaya ortak olmak ve bunun mesuliyeti ile hareket etmek mecburiyetindedir.
Meselelere basit bir parti tassubu ve seçim kaygısıyla yaklaşmak felaketin temel sebeplerinden birini teşkil eder. Ülkemizde, maalesef, parti sevgisi ve bağlılığı İslâm kardeşliğinin önüne geçme noktasına varmıştır. Bu anlayışın ne İslâm la ve ne de bizim Allah (C.C.) a kulluk, İslâm a hizmetkârlık anlayışımızla bağdaşır bir tarafı vardır. Bizler için partiler, teşkilatlar ve gruplar yalnızca birer teferruattır. Beşerî ve fanî olan hiç bir şey ölçü de, gaye de olamaz. Başka partilere, teşkilatlara ve gruplara mensubiyet taşıyan insanlarla ilişkiler ve anlayışlar da bu ölçüye göre belirlenmelidir.
Nizâm-ı Devlet safhasında:
İslâm dininde devlet yönetimi ve hayat nizamı ilahî vahiy ve örfe bağlıdır. Genelde temel hak ve hürriyetler; devletin unsurları ve devletin temel organları hangi prensipler içerisinde kalacak. Bunlar beşerî sistemlerde anayasalara bağlı iken, İslâm Devlet sisteminde de bu hükümler: Kur an, Sünnet, İcma, Kıyas ve Hanefi fıkhında örfe bağlıdır. Yani, İslâm da anayasa bu nasslara göre düzenlenmiştir.
Siyasî, hukukî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukunda önemli özellikleri mevcuttur. Bunları ana hatlarıyla görelim:
1- Devlet nizamında hakimiyet Allah a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah ın iradesidir. Bu sebeple müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama meclisi ve anayasa yoktur. Sadece Allah ve peygamberlerinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir.(1) Allah ın hakimiyetini ifade eden ayetler Kitabımız da mevcuttur:
"İşte bu kitap, kendisinde şüphe (edilecek hiç bir şey) yok tur; Allah tan sakınanlar için bir rehberdir." (2)
"(Rabbımız) Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz." (3)
"Hiç kimse (ve hiç bir şey) O na denk değildir." (4)
2-Kur an, Peygamber (S.A.V.) e ve O nu takip edenlere, eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. "Allah katında en hayırlınız, O ndan en çok korkanınızdır." demekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır, esasını kabul etmektedir. Bu esasa dair Kur an-ı Kerim de ayetler mevcuttur:
"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında ihtilaf ettikleri hususlarda kendisiyle hükmetmek için hak olan kitabı da indirmiştir." (5)
"Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, herşeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." (6)
3- Devlet nizamının önemli bir özelliği de; itaat ve teslimiyettir. Merkezi bir otoriteye itaat edilmeden, devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmiştir. "Şeriat ın kestiği parmak acımaz" ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm Hukuku nda, devlete itaat dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Yine Yüce kitabımızda buna dair Ayet-i Kerime ler vardır:
"Ey iman edenler! Allah a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah a ve ahiret gününe inandığınız takdirde, onu Allah a ve Peygamber e arzedin. Bu netice itibari ile daha hayırlı ve daha güzeldir." (7)
"(Ve yine) De ki; Allah a ve Resulü ne itaat edin; Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez." (8)
4- İslâm Hukuku nun kabul ettiği önemli bir Anayasa Hukuk prensibi: "Şûra" esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli, kabul edilen şûra prensibi; devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması mânâsını ifade eder.
Yetkili meclisi temsil eden fertlere: "ehl-i hall ve l akd" denir. İslâm Anayasası nda çok önemli yer tutan şûra meselesi ile ilgili ayetler de mevcuttur:
".... Bu itbarla onları bağışla ve onlar için Allah tan mağfıret dile; işlerinde de onlara danış. Bir şeye azmettiğin zaman da Allah a güven, Allah şüphesiz (kendisine) güvenenleri sever." (9)
"Bunun üzerinedir ki; sihirbazlar, belirli bir günün bilinen bir vakitinde toplanmışlardır... Halka da "Sizde toplanır mısınız?" denilmiştir." (10)
Bunun prensiplere baktığımız zaman İslâm ın tavsiye ettiği belli bir devlet şekli yoktur. Ancak devletin işlerini muhkem bir şekilde yürümesi için, "Ehl-i hall ve l akd" denilen ihlaslı insanların oluşturduğu bir "şûra" gereklidir. Devlete ait işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur an Ayetleri ve Hadisler ışığında hareket edilir.
Hz peygamberimiz (S.A.V.) devrinde ve raşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. Fakat İslâm hukukçuları "şura meclisinin" kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi, yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. (11)
Buna rağmen biz diyoruz ki; İslâm Devlet nizamında "Şûra" önemlidir. Zira; İslâm Anayasası olarak kabul ettiğimiz Kur anı Kerim de buna dair ayetler vardır. Tebanın yönetiminde ve çıkarılacak kanunlar bu salih kararlarda her hangi bir şekilde nefsi hareket edilmeyecektir. "Şûra Meclisi"nin üyeleri nasıl teşkil edecektir? Bu konu zamana ve zemine terk edilmiştir. İlk dönemlerde: "Ahlâk, fazilet, ilim ve tecrübe" gibi vasıflarla temayüz etmiş bulunan şahıslar, şûra meclisinin tabii üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiiler bu esasa uyulmuştur. Abbasiler de, Selçuklular da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden divanlar bu görevi ifa etmiş ve Osmanlı Devleti nin Tanzimat a kadarki döneminde ise, "Divan-ı Hümayun" bir şûra meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûra Meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerekir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (adil olmak), devletin vatandaşı bulunmak. (12)
İslâm tebası yıllarca bu prensipler içersinde hayatlarına yön vermişlerdir. Şûranın vermiş olduğu içtihat kararları verilirken nefsi hareket etmemiş, yalnızca Edille-i şeriyeye göre hazırlanmıştır. Günümüzdeki çıkarılan kanunların hangisi müslüman tebaya hitap ediyor? Ülkenin çoğunluğunu müslümanlar oluşturmasına rağmen çıkarılan kanunlar, oluşturulan anayasa bizim insanımıza hitap etmemektedir. Beşerî ideolojilerin, batının aramış olduğu özelliklere göre kanunlar düzenlenmiş, anayasalar tertip edilmiştir. Bunun için de zaman zaman tartışmalar zuhur etmektedir. İlahi Nizam a dayanmayan kanunlar, müslüman tebaya hitap edemez. Bugün mevcut olan bütün siyasî kuruluşlar, şûraya ehemmiyet vermemektedir. Oysa şûra Allah ın bir emridir.
İslâm Devlet nizamında çıkarılacak kanunlar İslâm anayasasına göre Kur an da yeri olup olmadığına göre araştırılmaktadır. Şayet çıkarılacak kanuna dair bir hüküm bulunmamışsa, Resul-ü Ekrem (S.A.V.) in sünnetine başvurulmuştur. Onda da bir kaynak bulunmadı ise, kıyas ve icmaya müracat edilmiştir. Nihayetinde örfe kadar gidilmiştir.
Neden örfe başvurulmuştur? Çünkü cemiyetlerin yaşantı tarzları genelde örfe dayanmıştır. Bugün dahi Anadolu nun bazı köy ve mezralarında Anayasa ve Türk Ceza Kanunu işlemez. Zira; kırsal kesimde yaşayan insanlarımız; Ne beşerî Anayasayı bilir, ne de Türk Ceza Kanunu nun hükümlerini. Öyle ise; Mahkeme kapılarında sürünmeden kendi örf ve geleneklerine göre çözmenin yollarını ararlar. Şayet bir fiil işlenmişse, köy ileri gelenleri, büyüklerin ecdadlarından görerek geldikleri örf ile, o fiilin halline gidilir.
Devlet nizamı da böyledir. Çıkarılan kanunlar, anayasa hükümleri o ülkenin içinde yaşayan tebanın örfüne, kültürüne, dinî normlarına uymadı mı her zaman o cemiyette hoşnutsuzluk hakim olacaktır. İslâm devlet nizamı bunu gerektirir. Yönetenler ve yönetilenler biribrine güvenir. Yönetenler her zaman tebasının emrinde bulunmaktan şeref duyar. Hülasa; İslâm devlet nizamının reisi; bir Hz. Ömer, bir Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir gibi düşünür. Sözümüzü Hz. Ebu Bekir in düşünceleriyle bağlayalım:
"Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde size devlet başkanı seçildim. Eğer dürüst hareket edersem bana yardım edin. Şayet hatalarım olursa bunları düzeltin. Doğruluk; emanete riayet etmektir. Yalancılık ise emanete; riayetsizliktir. Allah ve Resulü ne asi olduğum zamanda bana itaat etmemelisiniz."
Türk ve müslüman tebaya böyle bir hayat nizamı ve devlet sistemi gerekir.
Nizâm-ı Turan safhasında:
"Kızıl karanlık artık yırtılmaya başladı
Gökyüzü ayyıldızla örtülmeye başladı
Bir yanımdan yük düştü bir yanım hala yükte
Sıra Doğu Türkistan sıra şimdi Kerkük'te..."
Komünist SSCB'nin dağılması yeni Türk Devletinin bağımısızlıklarını kazanmasıyla sonuçlandı.
Doğu Türkistan'ın, Çeçenistan'ın, Afganistan'ın, Bosna Hersek’in, Kosova'nın, Türkmeneli'nin kısacası Türk-İslam Dünyasının içerisinde bulunduğu vahim tablo hepimizin yüreğini burkmakta.
250 milyonluk Türk Dünyası ve 1 buçuk milyarlık İslam Dünyası Türkiye’yi hala Osmanlı olarak görmekte ve ağabey bilmektedir.
Şu ana kadar politik anlamda İslam Birliğinin çekirdek yapısını oluşturacak olan TÜRK TURAN BİRLİĞİ PROJESİNE ciddi bir adım atılmadı.
TÜRK TURAN BİRLİĞİ PROJESİ hayata geçmeden İSLAM BİRLİĞİ'nin (NİZÂM-I ÜMMET) kurulması mümkün olmayacaktır.
Kurulacak olan TÜRK TURAN BİRLİĞİ aslında yapı olarak küçük bir İslam Birliğinin temelini oluşturacak ve BÜYÜK İSLAM BİRLİĞİNE ilham kaynağı olacaktır.
Şair'in
"Geçen zaman üstüne dökülen kan üstüne
Kılıç - kalkan üstüne
Ve ağzı köpüren yeleli atlar üstüne
Benim bir yeminim var
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır
Ben Yakup gibiyim uzun yıllardır
Onda Yusuf’umun kokusu vardır
Ve hasreti gönlümde büyük Türkistan kadardır
Ayettir kitabımda bayrağımda rüzgardır
Azerbaycan yüreğimde şahdamardır"
dizelerin de belirttiği gibi bizim Türk devletlerine olan bağlılığımızın Yakup (a.s.)'ın Hz. Yusuf’a olan hasretinden bir farkı yoktur.
Nizâm-ı Ümmet safhasında:
İslam dünyasının geleceğinin dünya barışını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği, günümüzde pek çok düşünür tarafından ifade edilmektedir. İslam dünyası yaklaşık 1.2 milyarlık nüfusu (Müslümanlar dünya nüfusunun yaklaşık 1/4'ini oluşturmaktadır), sahip olduğu yer altı zenginlikleri, coğrafyasının stratejik önemi ile büyük bir güçtür. II. Dünya Savaşı'na kadar çoğunluğu sömürge idaresi altında bulunan Müslüman ülkeler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan sömürge devrimleri ile bağımsızlıklarını kazanmışlar ve bu durum, İslam coğrafyasının görünümünü değiştirmiştir. İslam coğrafyasındaki asıl değişiklik ise Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte yaşanmıştır. Bu tarihe kadar, Afrika-Asya coğrafyası olarak kabul edilen İslam dünyası, Arnavutluk ve Bosna'dan, Çeçenistan ve Tacikistan'a uzanan bir Avrasya (Avrupa-Asya) coğrafyası haline gelmiştir. Seksenli yıllarda Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı'na üye tek Müslüman ülke Türkiye iken, bugün bu sayı dokuza çıkmıştır.8
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Bu süreç içinde, İslam dünyasının demografik dağılımında yaşanan değişim de İslam coğrafyası kavramını etkilemiştir. 20. yüzyılın başına kadar, Müslümanlar -kısa dönemli işgaller hariç- genellikle İslam topraklarında yani Müslümanların idaresi altında yaşamışlardır. 20. yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren, Müslümanlar kendi istek ve iradeleri ile çeşitli Avrupa ülkelerine ve Amerika'ya göç etmişler ve bu topraklarda önemli bir nüfus haline gelmişlerdir. Bugün Amerika'da ve pek çok Avrupa ülkesinde İslam en hızlı yükselen din konumuna gelmiş, Batı içindeki Müslümanların sayısında yaşanan artış bu toplulukların sosyal ve siyasi hayatta etkili bir rol üstlenmesini sağlamıştır. Böylece İslam coğrafyası, sadece nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ya da Müslümanların idaresi altında olan ülkelerle sınırlı olmayan çok daha büyük bir coğrafya haline gelmiştir.
Kafkasya'dan Tanzanya'ya, Fas'tan Fiji'ye kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan İslam dünyası, tarihin büyük medeniyetlerinin doğup geliştiği bir havzada yer almaktadır. Bölgenin sahip olduğu jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik özellikler, bu coğrafyayı bugün de uluslararası ilişkilerin ve dünya siyasetinin önemli bir yerine yerleştirmiştir.
Dünya ticaret yollarının önemli kesişme ve geçit bölgelerinin bu coğrafya içinde yer alıyor olması da önemli unsurlardandır. Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan, Akdeniz'i ve Basra Körfezi'ni Hint Okyanusu'na bağlayan boğaz ve kanalların ve Hint Okyanusu'ndaki ana geçit noktalarının Müslümanların kontrolünde olduğu düşünüldüğünde, İslam dünyasının küresel dengeler açısından taşıdığı önem daha iyi anlaşılacaktır. Buna bir de petrol, doğal gaz gibi stratejik yer altı kaynakları açısından dünyanın en zengin topraklarının İslam coğrafyasında bulunduğu gerçeği eklendiğinde, tablo daha da netleşmektedir. Bu özelliklerin hepsi İslam dünyası için birer stratejik imkandır ve bu imkanların iyi değerlendirilmesi Müslümanların dünya siyasetindeki etkinliklerinin artması anlamına gelmektedir.
Bugün gelinen noktada da Müslümanların doğrudan veya dolaylı olarak, 21. yüzyıldaki gelişmelerde rol oynayacağı açıkça görülmektedir. Ancak elbette önemli olan, bu rolün, başta İslam dünyası olmak üzere tüm insanlığın faydasına olmasıdır. Bu aşamada ilk akla gelen, İslam dünyasının mevcut konumu ile böyle bir rolü üstlenip üstlenemeyeceğidir. Kuşkusuz, Müslümanlar bu sorumluluğu üstlenecek yetkinliğe ve bilince sahiptirler. Ancak bugün İslam dünyasına bakıldığında, kimi ülkelerde demokrasi geleneğinin yeterince yerleşmemiş olması, teknolojide çağın gerisinde kalınmış olması, ekonomik geri kalmışlık gibi bazı sorunlar göze çarpmaktadır. Dünya siyasetinde aktif rol almaya hazırlanan bir İslam dünyasının, bunlar ve benzeri sorunları bir an önce çözüme kavuşturması zorunludur.
Ancak, İslam dünyasının tüm bunlardan önce aciliyetle çözüme kavuşturulması gereken çok daha hayati ve temel bir sorunu vardır: Parçalanmışlık. Dünya Müslümanlarının, güçlü ve aktif bir İslam Birliği sağlayamamış olmaları, günümüzde yaşanan çeşitli sorunların temelinde yer alan önemli bir eksikliktir. Güçlü bir birlik sağlandığında bugün yaşanan sorunların benzerleriyle ya hiç karşılaşılmayacak ya da karşılaşılan tüm sorunlar tahmin edilenden çok daha kısa süre içinde çözüme kavuşturulacaktır.
Burada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bu parçalanmışlıkla dikkat çekilen husus, çoğulluk, yani İslam dünyası içinde farklı mezhepler ve uygulamaların var olması değildir. Müslümanların parçalanmışlıktan kurtulmaları da hepsinin tek bir uygulama ya da yöntem altında toplanması anlamını taşımaz. Önemli olan, bu farklılıkların inanç birliği altında, çoğulcu bir hoşgörü ve dayanışma içinde toplanmasının sağlanmasıdır. Görüş, düşünce ve uygulama farklılıkları her toplum içinde karşılaşılan olağan durumlardır. İslam ahlakının gereği tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler. Bu nedenle İslam dünyası içindeki farklılıklar birer zenginlik olarak değerlendirilmeli, bunlar, Müslümanların birbirleri ile çekişmesine neden olan, onları ana konulardan uzaklaştırıp, acil ve önemli sorunlara tedbir alınmasını engelleyen çatışma ve ayrılık nedenlerine dönüşmemelidir.
Ve NİZÂM-I ÂLEM:
Nizâm-ı Âlem için dış dünyayı çok iyi tanımak lazımdır. Başta İslâm Âlemi olmak üzere, sınır komşularımız, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika, Uzakdoğu ve diğer bölgeler tek tek ele alınarak incelenmelidir. Buraların siyasî, sosyal, askerî, ekonomik, kültürel vs. yapıları hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Bu bölgler üzerindeki oyunlar ve planlar araştırılmalı, oralarla ilgili planlar yapılmalıdır.
Bilhassa yurtdışındaki tanıdıklarla sağlam dostluklar kurup, onlara, iman ettiğimiz değerlerle ilgili şuur kazandırma gayreti içinde olunmalıdır.
Türkiye de yaşayan yabancılar ve Türkiye ye gelen turistlerle irtibatı olanlar da, bu anlayışla üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Fakat bunları yaparken, hidayet yetkisinin Allah(C.C.) dan başkasına ait olmadığı asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Netice olarak:
Ne İslâm ın ne de İslâm a hizmetkârlığı en ileri seviyede başarabilmenin metodu olarak kabul ettiğimiz dava adamlığının gerçeklerden uzaklaşmaya ve ütopyalara asla tahammülü yoktur. Tekrar hatırlamalıyız ki, insan hayatında ne varsa, insan neye yönelmişse ve insanın metodu ne ise, hepsi Allah (C.C.) a kulluğun bir vecibesidir; insan hepsinden hesaba çekilecektir. Bu yolun en temel şartlarından biri, herkesin kendi imkânlarına göre yük altına girmesidir. Bir başka şart da, maşa dururken elini ateşe sokmamaktır. Ateşe atılmak zamanı değildir. Ama o zaman gelirse -İnşaalah gelmez- kimin ne yapacağını en iyi Allah-u Teâlâ bilir.
Alperen Ocaklarının Hedeflediği İnsan Tipi: Alperen
"Alp", eski Türklerde kahraman, bahadır, yiğit sıfatlarını ifade eden bir isimdir.
"Eren", ermiş, erişmiş, iyi yetişmiş, vasıl olmuş demektir.
Alperen kafilesinin başında Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve O nun seçkin dört arkadaşı (Dört Halife) bulunuyor. Bizim Alperenler, madde ve mânâda, cenk ve cesaretle, sevgi ve merhametle, insaniyete, İslâmiyete, ümmete, millete hizmette daima Hz. Muhammed i (S.A.V.) örnek tuttuğu ölçüde ulaşıyor, destanlaşıyor. Bakıyoruz Oğuz Han, Ahmed Yesevî, Dede Korkut, Fatih Sultan Mehmed bütün varlıkları ile peygambere benzemek istemişlerdir.
Bir büyük Alperen olarak da Fatih Sultan Mehmed i hatırlayalım. Hocası Akşemseddin Efendi nin önünde diz çöküp, Hakk divanına durmayı, sarayında safa sürmeye yeğ tutan da, İstanbul un fethi sabahı Topkapı ordugâhında yüzbinlerce askerine, beyine, paşasına imam olup, zafer namazı kıldıran da O dur. Ama dualarla, tekbirlerle beraber Urban Usta ya, Musluhiddin Bey e döktürdüğü topları Bizans ın katil kulelerine yönelten de Sultan Mehmed olup, Dolmabahçe den Beyoğlu tepelerine gemiler çıkarıp, donanmayı kızaklarla Haliç e indiren de yine O dur. Yine madde ve mânâ dengesini, örnek aldığı Peygamberimiz gibi O da saklamış, uygulamış, Alperenlik töresinin timsal kişilerinden olmuştur.
Esasen yücelikleri koruyabilmek, ancak büyüklüğünü muhafaza edebilen milletlere vergidir. Rabbim fillere çiğnetmedi, filleri ebabil kuşları ile kovaladığı kabesini koruyacak cevherini elbette biliyordu. Nitekim Yavuz Sultan Selim, kendisini Harameyn in hakimi ilan etmek isteyenlere, "Hayır, Harameyn in Hadimiyim" diyerek Alperenlik dersi veriyordu.
Alperen gayba inanan adamdır. Herşeyi Allah ın işi olarak yorumlar, o sebeble her işte hayır bulur. "Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler." onun için tek gerçektir.
Nefsine arsa yapıp, onun üzerine Allah sevgisi, insan sevgisi, vatan sevgisi binalarını ihtişamla inşa eden, kanatlarını geniş ufuklara açtığı için geniş manzarada kimseyi bıktırıp usandırmayan "İnsan-ı Kâmil"dir, Alperen. Yunus Emre şu iki mısrasında hem kendini, hem de kendisine keramet izafe edilen ve milletin herşeyini benimseyip överek yorumladığı Alperen kişiyi anlatmaktadır:
"Her dem yeni doğarız. Bizden kim usanası"
Alperen, dünyanın sufliliklerinden arınmış, nefsini boğazlamış, başkalarının görüş sınırlarını aşmış, dünyaya gelişin hüner olmadığını kavramış, mutlaka bir ulvi iddiası, zirvede ise aşkı olan adamdır. Kendisini yenemeyen düşmanını yenemez ve hiçbir gence de peşimden gel diyemez.
Kavgamız inancımızın ve imanımızın düşmanlarıyla olacaktır. Cahillikten, yobazlıktan, zalimlere itaata, şartlanmış kölelik anlayışından, taklide meyletmekten, kutsal idealleri dünyevi menfaatler için pazarlamaktan geçen yollar bizim yolumuz olmayacaktır. Helâl ve haram kavramlarını dinimizin emrettiği şekilde, önce nefislerimizde tatbik edeceğiz, sonra da başkalarını bu çizgiye çekeceğiz. Alperenlik iddiamızın temel felsefesi budur. Buna riayet etmezsek, muvaffakiyetimiz nisbi olur, batıl olur. Halbuki bizler, her türlü kötülükten arınmış, nihaî hedefin yolcularıyız.
Alperen; eşref-i mahlukat olarak Allah a kulluk ve ibadet için varolduğuna inanır.
Alperen; bu gaye içinde kendi benliğini gayesine teslim etmiş ve gayesi içinde erimiş insandır.
Alperen; kalbi diliyle, dili de kalbiyle beraber olan, sözü işine uyan kişidir.
Alperen; "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." buyuran Peygamber Efendimiz in hayatını örnek alarak, zevki ve saadeti O nun yaşadığı güzel ahlâkta bulan insandır.
Alperen; kula kulluğu reddeden, kuvvet karşısında boyun eğmeyen, Hakk yolundan dönmeyen insandır.
Alperen; Hz. Ebu Bekir (ra) gibi adil, Hz. Osman (ra) gibi nezaket ve ilim sahibi, Hz. Ali (ra) gibi cesur insandır.
Alperen; çağın getirmiş olduğu problemlere İslâm ın değeryargılarıyla çelişmeyen önlemler bulan insandır.
Alperen; paranın hükmettiği insan değil, paraya hükmeden insandır.
BEŞERİ İDEOLOJİLER ve TAVRIMIZ
Allah-u Teâlâ, Kur an-ı Kerim in de, insanoğlundan bahisle; "Şüphesiz ki, insan zalim ve cahildir" buyurmaktadır. Onun cahilliği ve zalimliği, gerek bedenî, gerekse zihnî özelliklerinden kaynaklanmaktadır. İnsan cahildir çünkü zihnî kapasitesi "mevcudatın" gerçwek varlığına hakkıyla nüfuz edememekte ve onları bilmek ve tanımakta zorluk çekmektedir. İnsan zalimdir çünkü bedenî, şehvet ve insiyaklarının tazyiki ile dopdoludur, adeta haset ve hırsın tarlası durumundadır. Ancak insan çift kutuplu (ambivalance) bir yapıya sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, nefsinin azgınlığına karşı, ruhî cevheri onu dengeleyecek, hatta onu aşacak özellikler de sahiptitr. Beden ve ruh dengesi ancak ruhî cevherlerin işlenmesiyle mümkün olabilmektedir ki, bu da ancak insanın "varlığının şuuruna" varmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bunlara karşı ilahî mesajlar, fıtraten insanda varolan bu özellikleri dengelemek suretiyle Rahmanî özeliklere inkılâb ettirmek için kendisine bildirilmiştir. Böylelikle bedenî ve zihnî eksikliklerini fark eden insan, ruhî cevherlerini işleyerek "kulluk" makamına yükselmekte, eşyaya ve tabiata köleliği terketmektedir. Çünkü insan eşya ve hadiseler karşısında "hakim", Rabbi karşısında ise "mahkûm" durumundadır. Kâinattaki en güzel ahenk bu ölçü sayesinde korunmaktadır. Ne zaman bu ilahî ölçü kaybedildi, insan; Rahmanî özelliklerinden sıyrılıp, hayvani insiyaklarına avdet etmekte, şeytanlaşmış şehvetlerini putlaştırarak Allah a kulluğu terketmektedir. Bu hal tarih boyunca tekerrür ettiği için Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametine istinaden çeşitli zaman ve mekânlarda peygamberler göndermiş, insanoğluna meleklerden üstün seviyeye sıçramanın yollarını işaret ettirmiştir. Bu sayede insanlık yükselmiş, en büyük inkılâblar peygamberler sayesinde gerçekleşmiştir. Nitekim en büyük medeniyetler dinî medeniyetlerdir.
Rahmanî duygularını ve ölçülerini yitiren insanoğlu, eşyayı ve hadiseleri yorumda, Rahmanî bakış açısını kaybedince, sadece kendi his ve duygularını ölçü olarak kabul etmiştir. Ben merkezli bir bakış açısının kazandırdığı nefsi ölçüler, bu şekilde fert ve cemiyet problemlerini de aynı merkezden beslenen ölçülerle değerlendirerek "çarpık bakış açıları" meydana getirmiştir. Böylece insan merkezli ideolojiler ve sistemler tarih boyunca Rahmanî nizamlara karşılık devamlı varolagelmiştir. Habil ve Kabil ile başlayan bu zıtlık, zalimlik ve cahillik üzerine bina edilmiş düşünce ve ideolojiler insanlığa rehberlik etmişlerdir. Bu ideolojilerin meyveleri daima da kan ve zulüm olmuştur. Dün, Pers ve Roma imparatorlukları ne ise bugün Avrupa, Amerika ve Rusya, dünün devamı olarak aynı değerlerin hakim olduğu beşerî sistemlerin temsilcileridirler. Bu sistem ve ideolojilerin ismi ister kapitalizm olsun, isterse komünizm, sosyalizm, liberalizm veya demokrasi olsun farketmez...
Çünkü bu sistemleri temelleri itibarı ile tahlil edecek olursak kapitalizm ve liberalizm insanoğlunun bedenî arzu ve istiyaklarının beslediği hırs duygusundan, demokrasi hırsın biraz kısılmasından, komünizm ve sosyalizm ise, yine aynı kaynaktan sulanan ve hırsa karşılık ortaya çıkan "hased" duygusundan neşet ettiğini görürürüz.
İnsan, kendi ruhî cevherlerine sırt çevirip, bedenî özelliklerini gölgeleyen bir engel olarak görerek, bu esasların koruyuculuğunu hiçbir zaman kabullenememiştir. Tabi insanlar bu dairenin dışında kalmışlardır. İlahi kontrolden kurtulan insanlar kendi şehvetlerini bayraklaştıran ideolojiler ve nizamlar geliştirmişlerdir. Dünya sevgisinin ve hazlarının hakim olduğu şehvete bağlı olarak gelişen medeniyetler; dün Grekolatin kültürünün semirttiği, Yunan medeniyeti! ve yine aynı mahreçten desteklenen ve aynı temellere göre şekillenen bugünkü batı medeniyetidir. Ve arkasında gizlenen ideolojik çehre, kapitalizm ve liberalizmdir. Ferdi putlaştıran ve cemiyeti ferde kurban eden azgın sistemler...
Buna karşılık "herşey zıddı ile kaimdir" sözü gereğince, insan kontrolden çıkan nefsi emmarenin karşısında gördüğü şeylere, yani başkalarının elinde olana karşı çıkarak kıskançlık şeklinde ortaya çıkan hased duygusunu da, ideoloji haline getirmiştir. Bu ideolojiler, "doğanın bahşettiği nimetleri bölüşmeyi" ve "komünal" bir hayatın tesirini savunmuştur. Bu ideolojiler de, tarihin ilk devirlerinden beri mevcut olan ve Mazdek isyanı ile başlayıp, Mazdekizm şeklinde sistematize edilen, daha sonraları sosyalizm ve komünizm olarak ortaya çıkan beşerî ideolojilerdir. Bu sis-temlerin de genel özellikleri; "bütün mıkaddes değerleri hiçe sayan, ortak üretim ve tüketimi esas alan ve herşeyi ikti-sadî özelliklere göre şekillendiren sistem olmasıdır. Ferdî özellikleri inkâr ederek, cemiyete kurban eden bir marazi hal.
Dünya tarihini bildiğimiz kadarıyla gözden geçirecek olursak, azgın nefsin ölçüleri, bir kaç yüzyıl önce Batı da sistemleştirilmiştir. Neticede bu sistem hiç bir Rahmanî özellik bırakmamak şartıyla fosilleşmiş dinî değerleri bile ortadan kaldırmıştır. Batı ezelden aşık oldukları materyalist dünya görüşünü oluşturmuş, adeta yeni bir din meydana getirmiştir. Bu dinin klasik dinlerden farkı ise, tabiat üstü hiç bir özelliği kabul etmeyişidir. Bu dinin peygamberi ise, o devirde yaşayan çeşitli sahalardaki filozoflar ve ilim adamlarıdır. Bunların başında da, Smith, D. Richardo gelir. Bu sözde peygamberlerin! oluşturduğu dünyevî dinle, ferde ve ferdî teşebbüse olan aşırı hürriyet dolayısıyla, kabaran iştiha, fert ve cemiyet hayatını allak bullak etmiştir. neticede mal ve servetler, belli ellerde toplanarak, toplumda sosyal barış ve adalet tamamen yokedilmiştir. İştihanın sebeb ve dengesizliğine karşılık "hased" duygusu feveran ederek, alternetif olarak Marksizmi ortaya çıkarmış, kitleler o yöne akmışlardır. Zira Marksizm, kapitalizmin gayri meşru çocuğudur. İnsanların Marksist hülyalara kapılmalarına karşılık, kapitalistler, sahibi bulundukları servetleri muhafaza edebilmek için, demokrasi fikrini ortaya sürmüşlerdir. Demokrasinin gayesi, kapitalistlerin ellerindeki birikimi, halka yaygınlaştırmak ve onları mutlu kılmak değildir. Bilakis, insanların Marksizme kaymasını önlemek için, kendilerine yönelik tehditleri asgariye indirmektir. Demokrasi, insan haklarına saygıyı getiren bir nizam olarak değil, yıllarca verilen mücadele neticesinde kapitalistlerden "lütfen" koparılan imtiyazların nizamıdır. (Bu hal, bugün için Marksizm için de geçerlidir.) Aksi takdirde demokrside farklı bir şey yoktur. Geğişen şey, çeşmenin muslukları çoğaltılmış, fakat sular yine tek musluktan damlayan damlalar, teorik olarak insanları deşerj etmiştir.
Marksist sistemlerde de insanlar ödül, bölüşme ve eşitlik naralarıyla, haklarını aramışlar, fakat kapitalist sistemlerden daha beter tecrübelerden geçerek, hazır ellerinde bulundurdukları hakları bile kaybetmişlerdir. İnsanlar adeta köleleştirilmiş işçi cenneti diye insanların mekân ve fikirler, insanlığa en büyük zulümlerin yapıldığı cehennemi bir hayatı hazırlamıştır.
Netice olarak beşerin zemmedilmş duygularından, eksik zihnî kapasitelerinden doğan, cahilliğin ve zulmün temsilcisi olan bütün beşerî sistemler, değil toplumların, bir insanın bile mutluluğunu sağlayacak esaslara sahip değildir. O halde fert ve cemiyetin mutluluğunu sağlayacak, dünya ve ahiret saadetini bahşedecek, (ki, beşerî sistemlerde ahiret kavramı ve saadeti mevcut değildir.) insanı başı dik, eşya ve olaylara hakim olan yalnız Allah a kulluk ve ibadet edeceği, yegâne nizam İslâm nizamıdır. Bunun dışındaki sistemler, rengi ve çapı ne olursa olsun, külliyen batıldır.
İslâm nizamıa göz atacak olursak, ferdî ve cemiyeti olması gerektiği kadar kavrar. Ne ferdi cemiyete, ne cemiyeti ferde feda eden bir özellik taşımaz. İslâm ferde "zübde-i Kâinat" gözüyle bakarak, tahtına cemiyeti de insanların "Allah a kulluk" için oluşturdukları bir toplum olarak, hakiki mecerasında oturtur. İslâm nizamı, beşerî hırs ve duyguları inkâr etmeksizin, âlemşûmul esasları ile onları terbiye ederek kontrol altına alır. Çünkü insan ve cemiyet "Başı boş" (1) değildir. Böylece insanlık, kapitalizmde aradığı hürriyeti ve Marksizmde bulduğunu sandığı adaleti, ancak İslâm da bulur. İslâm hırs duygusunu da, gıpta, fedakarlık ve hesap şuuruyla terbiye ederek, "İnsan-ı kâmili" meydana getirir. İslâm tarihi bunun numuneleri ile doludur.
Ayrıca İslâm nizamı, ferdin ve cemiyetin ihtiyacını tayin ve tanzimde önemli sosyal realiteleri ihtiva eden, siyasî, sosyal, hukukî, kültürel, iktisadî ve ahlâkî bütün prensipleri ideal mânâda ele almış yegâne nizamdır. Müslümanım diyen, beşerî kafalardan çıkmış ve adı ne olursa olsun, (İslâm eksikmiş gibi) yeni ideolojiler, Kapitaist, Marksizm gibi sonu hüsrana çıkan ideolojilerdir. Hele hele müslümanım diyeceksin, hem de beşerî düşüncenin mahsulü bir ideoloji ve fikir için çalışacaksın. Tavrımız, İslâm ın dışındaki bütün ideolojilere karşı olmaktır. Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle ferman buyurur. "Biz kitapta (Kur an-ı Kerim de) hiç bir şeyi eksik bırakmadık." (2)
Hülasa, kim bu nizamdan başkasını kendine hayat nizamı olarak seçerse, hem dünyada, hem de ahirette "kovulmuş" ve "yerilmiş" olur...
|
|
|
|
|
|
|
 |
|
ZARA ALPEREN OCAKLARI |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 7 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı! |